
Abdi İpekçi köşesinde yazdı
Tiyatroyla ilk temaslar Üsküdar Kız Lisesi’nde okurken oluyor. Liseler arası tiyatro şenliğinde oynarken ayağınız kırılıyor, o halde evin büyükhanımı rolünü oynuyorsunuz. Üsküdar Lisesi müzik ve tiyatroya çok teşvik eden bir okuldu. O zamanlar, İstanbul Liseler Arası Tiyatro Yarışması bayağı ciddiye alınan bir şeydi. Hocamız, İdris Küçükömer’in eşiydi. İdris beyin, İngiliz Edebiyatı’na olan düşkünlüğü sonucunda “Kireçli Bahçe” adında çok ağır bir İngiliz eser seçildi. Üstüne üstlük ben altmış yaşındaki büyükhanımı oynadım. Daha etim ne, budum ne? Hatta Abdi İpekçi köşesinde, “lise çocuklarının bu kadar zorlu bir metnin üstesinden gelmesi çok değerli bir şey” diye yazmıştı. Ben her zaman tiyatroyla ilgili bir çocuk oldum. Üsküdar Tunusbağı’nda otururken binanın arka bahçesinin yarısı satılıp açık hava sineması yapılmıştı: Bahar Sineması. Dünya sinema tarihinin çok büyük filmlerini ardı ardına seyretme olanağına sahipsiniz. Annem, “geç kalmak yok, lütfen herkes uykuya” derdi. Benim yatağım da pencerenin önünde. Dirseğimin üstüne kalkınca karşımda dev bir perde görüyorum. Annemin ayak tıkırtısını duyunca yatıyorum, gidince izlemeye devam ediyorum. Ortaokul ve lise yıllarında, o Bahar Sineması beni çok etkilemiştir. Oradan birçok şeyi, sahneleri öğrenip her çocuk gibi ben de oynardım. Tüm merakınız tiyatroya yöneldiği halde, siz konservatuvar öncesi hem gazetecilik hem mimarlık okuyorsunuz ama iki okulunuzu da bitirmeden ayrılıyorsunuz. Hedefime geç ulaştım. Ailelerin gözüyle baktığında tiyatro geleceği çok sağlam görünmeyen bir alan, geleneksel yaklaşım bu. Böyle hissetmede de haklılar. Herhangi bir zorlukla karşılaştığında, sığınacak başka bir mesleği olabilmeli diye düşünüyorlar. Kaldı ki bizimkiler tiyatroya çok yakın duruyorlar. Babam bizi sirke götürüyor, "Gösteri bitince bütün gücünüzle alkışlayacaksınız" diyor. Çünkü verdiğiniz para değil; alkışlarınız onu mutlu edecek. Sanatçıyı mutlu etmenin tek yolunun alkış olduğunu bana babam öğretiyor."Dünyanın en mutsuz mimarı olacaksın"
Babanız, sizin diğer okulları bitirmemenize değil, konservatuvara girinceye kadar kaybettiğiniz vakte üzülüyor. Sizin üzülmenize üzülüyor ve “benim kızım hiçbir şey olmayabilir ama ev kızı olarak oturamaz” diyor. “Nasıl olur da sırf bizi üzmemek için hayatından bu kadar zamanı feda edersin? Kendine bunu nasıl yaparsın?” dedi. Üniversitede Lale Erzen hocamdı. Hiç unutmuyorum onun cümlesini; “Bak”, dedi “Burası ODTÜ Mimarlık. İdeali mimarlık yapmak olup da bu bölümü kazanıp gelen öğrenci sayısı üçte birdir. Geri kalan ya istediği bölümü tutturamayıp buraya gelmiştir ya da çevresinde birileri onu buraya yönlendirmiştir. Ama seneler ilerlerken, gerçekte istediğinin bu olmadığını görse de artık geriye dönemez. Çünkü ODTÜ gibi bir okulda okuyor. Ama sen o makus talihi kabul edemeyecek olanlardansın. Ne yapmak istiyorsan bir an önce yap çünkü eğer yapmazsan, dünyanın en mutsuz mimarı olacaksın”. İlk defa biri -hem de hocam- okulu bırakmam konusunda bana omuz verdi. Onu asla unutmam. Onun bana verdiği güç öyleydi ki "tamam, yapıyorum bu işi" deyip, konservatuvar sınavına girdim.

Bir buçuk sene birbirlerini görmedikleri olurmuş
Buna benzer bir örnek vermiştiniz. Cüneyt Gökçer 700 kişilik sahnede 50 seyirciye İbsen oynayan oyuncularını kutluyor. “Bu durum sakın sizi yıldırmasın. Siz Türk Tiyatrosu’na aslında çok büyük hizmet veriyorsunuz” diyor. Devlet Tiyatrosu bu konuda Türk Tiyatrosu’na çok büyük emek vermiştir. Bugün yetişkin seyirci varsa, bunda kamu tiyatrosunun katkısı yadsınamaz. Ülkenin dört bir yerine koşmuş bir tiyatrodur. Eski dönemlerde, altı aylık turnelere çıkarlarmış. Beyhan ve Baykal Saran’dan dinlediğime göre turne zamanı bir buçuk sene birbirlerini görmedikleri olurmuş. Zamanla süreler kısalmış. Ben bir buçuk aylık turnelere çıktım. Gece oynuyoruz. Otele gelip yatıyoruz. Sabah otobüs hareket ediyor, en yakın kente gidiliyor. Orada bir küçük prova alınıyor, sonra oyun oynanıyor, gece yatıyorsun, sabah yine otobüsle yola çıkıyorsun. Öyle bir tempoyla kaç kişi çalıştı, elini vicdanına koyup söyleyecek. Zamanında bu emekler olmasaydı İbsen şimdi yaygın bir yazara dönüşür müydü? Çok doğaldır ki özel tiyatrolar başka kanallar açmak, kendi seçimlerini yapmak ve kendi teatral dillerini sunmakla yükümlüler. Ve bu yaptıkları çok değerli. Ben seyirci olarak DOT’a gittiğimde neyi göreceğimi bilerek gidiyorum. Orada şöyle bir dünya beni karşılayacak diyorum. Burada (Kumbaracı50) nasıl bir dünya var biliyorum. İkinci Kat’ta beni neyin beklediğini biliyorum. Krek dediğim zaman ne olacak biliyorum. Kamu tiyatroları bütün seyirci profilini düşünerek geniş yelpazede, her türlü alanda, renkte oyun bulmakla yükümlüdür. Onlar, “benim sanatsal anlayışım ve çizgim bu. Ben sadece bu tür oyunlar oynayacağım” deme hakkına sahip değildir.
"Kayseri barosundan geldim, çaktırmayın"!
Hiç unutmuyorum “Karakolda” diye bir oyun oynuyorduk. Amerikan karakolu, 42. Cadde’de geçiyor. Oysa sahnedeki, her haliyle Türk karakolu. Ben oyunun yönetmen yardımcısıyım. Kıyamet koptu. Bir türlü dönem fötürünün kalıplarını bulamamışlar. Amerikan fötürünü yapamıyorlar. Bizim yaptığımız olsa olsa muhtar fötürü. Muhtar fötürlerini kafasına takmış Amerikan karakol çalışanları, inanılır gibi değil! Bir perde boyunca Boston barosundan gelecek olan yaman bir avukattan söz ediliyor. Sonra bizim arkadaş geliyor. Elinde o her yerde gördüğümüz bond çanta ve kafasında muhtar fötürüyle sahneye girerken fısıldayarak “Kayseri barosundan geldim, çaktırmayın” diyordu. Asap bozucu bir şey. “Dünyanın Ortasında Bir Yer”de öyle bir yönetim var ki, tiyatronun kolektifliği burada iyice ortaya çıkıyor. Işık tasarımı, dekor tasarımı, kostüm tasarımı, yönetmenliği en az oyuncular kadar sahnede. Hepsi başrolde. Ayşenil Şamlıoğlu bu işin bir ekip-takım işi, bir bütün olduğununu gösteriyor demiş bir izleyici. Çünkü buna çok inanıyorum. Hepimiz tiyatro için, sözde kolektif bir sanat diyoruz ama uygulamada öyle olmuyor. Ben tiyatronun kolektif olduğuna sonsuz inanıyorum. Işık benim için çok önemli bir oyuncudur. Dekor oyuncudur. Kostüm oyuncudur. Olmazsa olmaz müzik oyuncudur. Koreografi oyuncudur. Eğer 10 kişilik bir oyun yönetiyorsam bu unsurları da ekleyip 15 kişilik oyun yönetirim. Önemli olan hepsinin dengeli bir bütüne hizmet etmesi. Eğer bu taşlardan biri öne çıkıyorsa orada bir başarısızlık vardır. “Dünyanın Ortasında Bir Yer”de her şey bir korodur. Koro koca bir kimliktir. Müthiş bir güçtür. Koroya sonuna kadar hakkını vermeniz lazım. Çünkü o aynı zamanda yazarın bir şeyi doğrulamasını ya da karşı durmasını temsil eder. Eğer koroyu daha geride kılarsanız, yeterince gücüyle gelmezse, çok büyük bir eksiklik var demektir.
Kör istedi bir göz Allah verdi iki göz
Sonra güzelce emekliğimi yaşamak için Cunda’ya çekim yapmaya gittim. Kendi kendime de dedim ki kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz. “Yol Arkadaşım” adlı diziyi çekiyoruz. Otelde sabah gözümü açtığımda bütün o körfezin güzelliğini seyrediyorum. Denizin içindeyim ve de çalışıyorum. Bu ne güzel bir emeklilik... Derken bir telefon... Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği teklif ediliyor. Bir an kalakaldım açıkçası. Ben çok idealist bir babanın, ailenin elinde büyüdüm. Onların yüklediği bazı değerler var. Onlar sizi tartışmasız biçimliyor. Eskiden bir yöneticilik teklifini asla kabul etmezdim. Ben üretiyorum, yaratı sürecindeyim, idarecilik beni durdurur derdim. Ama seni bu noktaya taşıyan bir ülkeye olan borcunu geri ödemen lazım. Tamam, sen tiyatroda yaratmayacaksın -sinemada televizyonda olursun- ama tiyatroda yaratacaklara sağlıklı bir ortam sağlamak üzere orada durmalısın. Ve dört yıl da çok büyük sevgiyle yaptım işimi. Kendimi geri çekip başkalarını öne çıkararak hizmet verdim. Bıraksalardı hiç gocunmadan daha da hizmet verirdim. Benim duygum bu.
Editör: Ömür Ünver