İnsan sıcağı!

Dayanışmanın inceliği;

İnsanın nezaketi;

İyilik gibi;

Onur gibi;

Hani; aşk, sevgi gibi.

Ne varsa insana dair değerler; büyüyen gösterişin, paranın ve yalanın saltanatında ufkun dışına itildiler.

Belleksiz birer insana, belleksiz bir topluma evrildik.

Zira ortak acıların ve onları hatırlamanın “insani duruş” la sonsuz bağı, sonsuz ilgisi vardır.

Unuttuk biz her şeyi ve unutmaya da devam ediyoruz. Oysa; hepimizin “insan sıcağına” ihtiyacı var.

Hani öylesine, birden, sokakta karşımıza çıkıveren içtenliğin sıcaklığına.

Yolda yürüyorsunuzdur ve karşıda içten gülen bir yüz görmüşsünüzdür. Hiç nedensiz, sevecenliğin sıcaklığını hissetmişsinizdir.

Heyecanlı bir bekleyişte yan yana oturmuşsunuzdur, birbirinize tatlı bir huzur ısısı geçmiştir.

Sendelemişsinizdir, bir el tutmuştur elinizi, güvenin ve sevginin gücü ısıtmıştır içinizi.

İşte, unuta unuta yitirdiğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz şey tam da bu, “İnsan sıcağı”.

Hayır, hepsi mevsimin suçu değil. Yürekler buz, İnsanın soğuğundan üşüyoruz.

2000’lerin başında, o dönemin Cumhuriyet gazetesinde, bir İlhan Selçuk yazısında okumuştum ilk kez “İnsan Sıcağını” o da bu söze Erdal Atabek’ in bir romanın da rastladığını yazmış ve unutmamış. Bizlere “insan sıcağı” ını anlatmaya çalışmış.

Şöyle yazmış:

“Yer, bir siyasal hapishanenin koğuşu. Bir gün görevliler gelirler, tutuklulardan bir genci alıp götürürler. Aradan iki gün geçer, getirip koğuşun ortasına atarlar. Kan revan içindedir. Belli, işkenceden geçirilmiştir.

Yatağına uzatılır, ama zavallı tir tir titriyor, inliyor.

Üşüyor mu?

Peki, nedir bu sürekli ispazmoz?

Belki de yaşadıklarından utanıyor, kendisiyle yüzleşmek istemiyor, bedeni arada kasılıyor, sorulanlara cevap vermiyor, kimseyle ilişki kuramıyor, arada ağlıyor mu?

Yattığı yerde iki büklüm.

Koğuştakiler ne yapacaklarını bilemiyor, sessizlikle bakışıyorlar.

O sırada içlerinden birisi yavaşça çocuğa sokuluyor, hiçbir şey söylemeden koğuş arkadaşına sevecenlikle sarılıyor.

Biraz sonra çocuktaki titreme yavaşlıyor, ispazmoz duruluyor, genç sakinleşiyor, kasılmalar geçiyor, uykuya dalıyor.

İzleyenlerden biri Erdal’a gülümseyen bir sesle diyor ki:

- İnsan sıcağı!”

Yazar sonunda, “İnsanın insana sıcaklığını yok eden bir dünyada yaşamak, insanı insanlığından yoksun bırakır” diyor.

Evet, son yirmi yıldır maruz kaldığımız, bu yoksunluktur.

Görmemiz gereken; içinde sıcaklık olmayan, soğuk, yalanlara dayalı güce tapınmanın hiçlik olduğudur.

Bilmemiz gerekense; bu çağın insanı olamamak bir kayıp değil, bilakis onurdur.

İnsanı insanlığından yoksun bırakan bu çağdan kurtulmak için yapmamız gereken de; hatırlamak, yeniden “toplumsal belleğe” kavuşmaktır…