Oyunculuk, yönetmenlik ve yapımcılıkta başarısız olduğu için oyun yazdığını söylüyor Ravenhill. Hem de 13 yaşından beri. İlk kısa oyunları, küçük tiyatrolarda ve pub’larda sahnelenen yazara, 1990’da 24 yaşındayken HIV pozitif teşhisi konur. Bu hastalığın hediyesi, 1997’de beyninde toksoplazma görülür. Zincirlemeler bitmez, bu toksoplazma da epilepsi nöbetlerine sebep olur. Mart 2007’de işler daha da kötüye gider. Stresli bir haftanın ardından yine bir epilepsi nöbeti geçirir. Yanlış bir müdahale solunum yollarını kapatır ve birkaç dakika oksijensiz kalır. Bu terslik, onu komaya sokar. Doktorlar iyimser olmasa da kahramanımız kendine gelir. Ancak o nöbet anına kadar yaşadığı son bir buçuk-iki ayın hafızasından silindiğini fark eder. Hatırlamak için mesajlarından, günlük notlarından, tiyatro biletlerinden medet umsa da beklediği yardımı alamaz. Hastanede yatarken Paines Plough’ın sanat yönetmeni Roxana Silbert arayıp, “Bugün Edinburgh Fringe broşürünü basmak zorundayız. Festival için günde bir oyun yazma fikrine devam etmek istiyor musun?” diye sorduğunda oldukça şaşırır. Kendisinin böyle çılgın bir vaadi olduğundan haberi yoktur. Bu işe kalkışmışsam, herhalde bir bildiğim vardır diyerek, “Evet, oyunları yazmak istiyorum” cevabını verir. Allah’tan öncesinde yazdığı kimi bölümler ceptedir. Aradaki hafıza boşluğu, kimliğe dair algısını, dünyaya bakışını ve kaçınılmaz olarak yazma şeklini yeniden şekillendirir. Kesintiye uğrayan hatıraları ona 'parça'lara ayrılmış yazılar yazdırır. Yani bu başına gelenler, oyunun biçemini belirler. Söz verdiği gibi 16 kısa oyunu tamamlar. Bunlara bir radyo oyunu ve sonradan bir de epilog eklenir. Mark Ravenhill, kendini Edinburg’da bir maratonun içinde bulur. Her gün, bir sonraki günün oyununu yazar. Akşamüstü bulabildiği oyuncular ile bir araya gelir ve ilk prova, ertesi gün, oyun esnasında 'canlı' yapılır. Adına 'Ravenhill for Breakfast' denilen bu okumalar 7-26 Ağustos 2007’de böyle ardışık bir tempoda gerçekleşir. Oyun çok ilgi çeker ve birinci Fringe Ödülü’nü alır.

Murat Daltaban -Dot

Oyun, o sene Fringe’te olan Murat Daltanban’ın da ilgisini çeker. Mark Ravenhill’i ilk keşfedenlerden biri olur. 2008’te Londra’da farklı tiyatrolarda sahnelenen seri, İngiltere dışında ilk kez Dot’ta (Ekim 2008 - Haziran 2009) oynanır. Hatırlarsınız Bilsar’da mekân, oyuna özel tasarlanmış ve efsane kadroyla sahnelendiğinde infial yaratmıştı. O zamanlar tiyatronun yüzümüze atılan bir tokat da olabileceğini bilmiyorduk. In-yer-face ile her birimiz yapılan sert eleştiriden nasibimizi almış, huzursuzluğu layıkıyla yaşamıştık. “Vur/Yağmala/Yeniden” o sezon Afife 'Tiyatroda Yeni Kuşak Ödülü' ile TEB 'Yılın Tiyatro Ödülü'nü almıştı.

İçerik

Mark Ravenhill, bu projeye karar verirken başlangıçtaki niyetini hatırlamasa da yolunu, yazarken yeniden bulacağına inanır. Çıkış noktası, korku imparatorluğunun köşeye sıkıştırdığı ve izole ettiği hayatların küçüklüğü ile dünyaya 'özgürlük ve demokrasi' getirme dürtüsünün büyüklüğüdür. Biz buna 'az' ve 'çok'un çarpışması diyelim. Bir diğer zıtlık ise Yüzüklerin Efendisi ya da Shakespeare’in büyük anlatılarına duyulan açlık ile bir saniyede ulaştığımız ve aynı hızla doygunluğa ulaşıp ilgimizi kaybettiğimiz manşetlerden oluşan bilgi akışıdır. Destanlara karşı 'sound bite'lar. İşte bu ikilem, niye kısa oyunların başlıkları tanınan eserlerden gelirken, toplamının oluşturduğu üst başlığın bir video oyunundan alındığını çok güzel açıklıyor. Tüm video oyunlarının vurmak, yağmalamak ve tekrarlamak esasına indirgendiğini öğrenen Ravenhill, bu kelimelerin acımasız bayağılığına gülüyor ve “Çok teşekkür ederim, başlığım bu olacak” diyor. 'Vur/Yağmala/Yeniden' isminin, parçalara ayrılmış oyunlar ile seyirci arasında kurmak istediği ilişkiyi doğru tarif ettiğini fark ediyor. Video oyunlarındaki ani karar verme (dolayısıyla tercih yapma) özelliği, edilgen seyirciyi oyunun içine çekerken onu gerçekleşen eylemin aktif katılımcısı hatta sorumlusu yapıyor. Birer 'gamer'a dönüşen bu seyirciler, oyunları birbirine bağlayan anlamın, yani 'hazine'nin peşine düşüyorlar. Her ne kadar oyunlar, olaylar ve kişiler arasındaki doğru bir sıralamada olmasa da yap-bozun parçalarını bir araya getiren ve büyük resmi oluşturan seyirci, kendini 'hazine' bulmuş hissediyor. Belki de oyunun sahneleme pratiğinde, her seyircinin her oyunu izleyememe olasılığı dikkate alındığından, kimi ögeler birkaç oyunda birden kullanılarak yineleniyor. O aşina olduğumuz 'objeler', olaylar arası bağlaç görevini üstlenirken 5 farklı yönetmenin dilinin de kesişme noktasını oluşturuyor. 'Başı kopmuş asker', 'tek kanadı kırılmış melek' ve 'bahçe malzemeleri satan dükkân' kimi oyunlarda bir arkadaşa bakıp çıkıyor. Yani her kısa öykü birbirine kanca taksa da sıralı izlenmesi gerekmiyor. Ne ki yazarın 'kısa oyunların epik döngüsü' diye bahsettiği oyununda anlattığı vahşetin dozu, 16 küçük parçaya bölünse de azalmıyor. Adından da anlaşılacağı üzere oyunda, sebep-sonuç ilişkileri üzerinden tekrarlayan bir (kısır) döngü var. Bir oyundaki olayın etkisi, bir diğer oyunda ortaya çıkıyor. 'Sonucu' esefle kınarken, kendisinin de 'sebep'lerden biri olduğunu fark etmeyen, o sorumluluğu es geçen bireylerin kara komedisi bu. Epik sözcüğü, onunla anılan Brecht’i de taşıyor yazıya. Ravenhill oyunları kurgularken, Bertolt Brecht’in, 24 kısa sahneden oluşturduğu oyunu 'III. Reich’ın Korku ve Sefaleti'nden esinlendiğini söylüyor. Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun aynı adlı oyunu, 2018’de oynaması güzel bir buluşmaya zemin hazırlıyor. Oyunların içeriği için de, kendisinin, arkadaşlarının, komşularının deneyimlerinden, izlediği haberlerden ve gördüğü rüyalardan faydalandığını belirtiyor. Bir de Margaret Thatcher’in "Toplum diye bir şey yoktur; birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır” beyanından.

Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu (NKT)

Bugüne kadar sahnelediği oyunların sanatsal gücü kadar, kurumun (devam ettiremese de niyet ettiği) kolektif yapısı dikkat çekiciydi. Oradaki 'özgürlük ve demokrasi' emsaldi. Murat Daltaban’ın genel sanat yönetmenliğini, Özlem Daltaban’ın genel yapım yönetmenliğini yürüttüğü bu yeni dönem, herkesi önce şaşırtmış, sonra heyecanlandırmışa benziyor. 'Yangınlar' oyunuyla yakaladıkları kan uyumunu yeni bir boyuta taşımışlar. NTK oyuncularının bu buluşmadan duydukları coşkuyu, yaydıkları enerjiden anlayabiliyorum. O dinamik hevesleri görülmeye değer. Oyun seçimi, 'Bursa’da Dot’un küçük bir şubesini mi açıyorlar?' sorusunu getirmesin aklınıza. Bazı oyunların -ne yazık ki ve iyi ki- sahnelenme zamanları böyledir. Hep güncel, hatta daha güncel… 'İzole hayatlar' mı diyordu Ravenhill? Pandemi sağ olsun! Yeni referanslar eklediğimiz algılarımız iyice cilalandı. Savaşın gündelik hayattaki arazlarını izlerken gördüklerimiz Taliban vahşetinden azade değil şimdi. Tiyatro politik bir tavır elbette ama ben bunun ötesinde Murat Daltaban’ın merakını paylaşıyorum. Bu oyun kendi izleyicisini oluşturduğu söylenen NTK’nın kadrosunda/izleyicisinde nasıl bir etki yaratacak? 'Vur/Yağmala/Yeniden'in neden 'Isıt/Sahnele/Yeniden' olmayacağını görelim istiyorum. Oyunun yönetmenlerine ve konuk oyuncularına baktığımda, bu birliktelikten kaynaşmış, yeni bir dil çıkacağına inanıyorum.

“Vur/Yağmala/Yeniden” yeniden

Daha önce Özlem Karadağ tarafından çevrilen metin, bu sefer Ayberk Erkay’a emanet edilmiş. 5 episod, 5 yönetmen (Mert Öner, Melisa İclal Yamanarda, Ebru Nihan Celkan, Gülhan Kadim, Doğu Akal) 5 konuk oyuncu (Beste Bereket, Özlem Zeynep Dinsel, Şirin Kılavuz, Berfu Öngören, Şebnem Hassanisoughi) ve NTK’nın cengâver 12 oyuncusuyla tamamlanıyor seri. Dot’un bunu zamanında 34 şahane oyuncusuyla kotardığını hatırlarsak, her oyuncunun yükünü daha iyi anlayabiliriz. Sahneden inen provaya, provası biten sahneye koşarken, belki durup göremiyorlardır nasıl altından kalktıklarını. Onu da benden duysunlar. Soluklandıklarında, çok iyi gittiklerini bilsinler. Balat’taki izci evi, onların deyimiyle 'ormandaki ev', büyülü bir tiyatro mekânına dönüşmüş. Anlatılan hikâyenin şiddetine inat yalın, sakin haliyle karşılıyor seyirciyi. Sanki birazdan vereceği rahatsızlıktan habersizmiş gibi. Daha doğrusu renk vermek istemiyormuş gibi. Anlatının çıplaklığı ile örtüşen, oyunculuğun altı çizilen dürüst bir sahneleme var. Birbirine yakın konular, epizotlar altında öbekleşmiş. 1. Episod (Mert Öner’in yönetmenliğinde 'Dün Bir Olay Meydana Geldi', 'Kayıp Cennet', 'Cennet Yeniden'); 2. Episod (Melisa İclal Yamanarda’nın yönetmenliğinde 'Korku ve Sefalet', 'Savaş ve Barış',  'Dünyalar Savaşı'); 3. Episod (Ebru Nihan Celkan’ın yönetmenliğinde 'Tahammülsüzlük', 'Aşık Kadınlar', 'Troyalı Kadınlar'); 4. Episod (Gülhan Kadim’in yönetmenliğinde 'Aşk (Ama Bir Yere Kadar)', 'Tanrıların Şafağı', 'Ana') ve 5. Episod (Doğu Akal’ın yönetmenliğinde 'Suç ve Ceza', 'Bir Ulusun Doğuşu', 'Odyssiea')dan oluşuyor. İlk dört Episod ardı ardına prömiyer yaptı. Ben de yakaladığım 2. Episod üzerinden 'büyük resme' bakıyorum. Neticede her şey ve herkes bütünün parçası değil mi? Savaşın taraflar üzerindeki etkilerini güvenlik, özgürlük, işgal, vatandaşlık, mülteci, esir, suç, ceza, hastalık, kaos, vahşet gibi temalar üzerinden izliyoruz. Medeniyetler savaşının ortasında kalıyoruz. Modern insanın tıkandığı her konunun kapısını çalıyoruz. Güç, el değiştirdiğinde; iyi niyetin foyası ortaya çıktığında; empati bünyemizde barınmadığında yaşananlar karşısında zorlanıyoruz. Ama izlerken gülüyoruz da. Dualiteden beslenen anlamlar, sözcüklerini terk ediyor. Barış için savaşmak, özgürlük için esaret retorik bir yıkım başlatıyor. 'Daha adil bir dünya için' çabalarken bunun 'mümkün' olduğunu söyleyen, üzerine üstlük kitabını yazan birisi gelip tüm inançlarımızın içini boşaltıyor. Eksen iyice kayıyor. Kelime dağarcığımız klişelere yeniliyor. Ve her tekrarda etkisi azalıyor. Steril, güvenli yerlerde yaşama isteğimizle, kendi  hapishanelerimize tuğla örüyoruz. Savaşın terörize ettiği her canlı, payına düşeni yaşıyor. İnsan eliyle yaratılan bir distopyada, aynadaki aksimizden korkuyoruz. Yaşadığımız korku bizi birbirimize bağlıyor. Yine de 'toplum'u oluşturamıyoruz. Hep Ortadoğu’ya yakıştırdığımız savaşa merhametimizi lütfediyoruz. 'Biz'ler iyi insanlarız. Sırf bu yüzden kendimizi masum sanıyoruz. 'Öteki'leştirmeden duramıyoruz. 'Onlar' için üzülüyor, duyar kasıyoruz. Bunu da sosyal medyamızda cümle âleme gösteriyoruz. Daha ne yapalım! Ama siz de durmadan bombalanmayın be kardeşim. Bombalanmayın ki biz de 'normal' hayatımıza dönebilelim. Ne biz vuralım, ne siz yağmalayın ne de onlar tekrarlasınlar…  
Editör: Ömür Ünver