Sessizliğin beslediği kötülük

Kötülüğün nasıl da oyuncağı olduk. Yanı başında olan bitene korkunun arkasına sığınarak kötülüğe susmak, bir oyun gibi kötülüğü sıradanlaştırmak değil mi?

Gözünüzü güne açıyorsunuz o da ne! Yine gri bir bulanıklık sarmış gökyüzünü, öbek öbek karanlık..

Bir bakıyorsunuz koca bir kartal düşmüş yere, kanadında zehirli bir ot sineği..

Hemen karşı tepede, yerde sancılar içinde kanayan aslan çarpıyor gözünüze, yanında sinsi bir çakal..

Güçsüzler kötülükle nasıl da büyümüşler..

Bir bülbül bırakın şakımayı, susmuş seyrediyor öyle bir baykuşun can çekişini..

Sonra bir de bakıyorsunuz ki tüm bu karanlığın nedeni insanların körlüğü…

Sabahın güneşi henüz üstüne vurmuş, saf ve temiz küçücük, 6 yaşında yeni açılmış bir dağ çiçeği çocukluğundan koparılmış..

Nereye dönsek her yer şiddet, her yer kötülük, her yer insan ve her yere hakim olan sessizlik..

Hiç iyinin iyiye kıydığı görülür mü? İyi adam öldürür mü? Kötülük öldürür. Ama kötülüğü sessizlik besler, besler büyütür. Sonunda kötülük iyiyi, iyiliğin sessizliğinde öldürür..

İşte yine güne gözümüzü açtığımız bir gün; 6 yaşında parlarken vurulan bir yıldız düştü yüreklerimizin üstüne..

Kötülüğün kıydığı her şey için, yanıyor insanın yüreği hani ateşte dövülen demir misali.

Kötülüğün nasıl da oyuncağı olduk. Öyle ya, yanı başında olan bitene korkunun arkasına sığınarak kötülüğe susmak, bir oyun gibi kötülüğü sıradanlaştırmak değil mi?

Duyulan öfke korkunun altında kalıyorsa, büyüyecek tek şey korkudur üstelik; sinsice bir hayranlığı, alışkanlığı ve sevgiyi büyütmesi de kötülüğün en büyük ustalığıdır..

Yıllar süren karanlığın yarattığı tahribata bakarsak; doğanın talanından pedofili, zoofiliye coğrafyanın her tarafında rastlamak, tüm bunlarda toplum üzerine çöreklenmiş bir stockholm sendromunun izlerini görmek mümkün..

Oysa yıllardır; bu kadar korkak, bu kadar gözü kör, bu kadar iki adım ilerimizi göremez olmasaydık bu ülke böyle olur muydu? 

Kelimeler kanıyor, cümleler yaralı düşüyor. Yazamıyorum başka bir şey. Olmuyor hangi sözcükler anlatır ki bu koyu karanlığı, hükümranlarını…

Ama suçun yarısı da senin be güzel kardeşim, deyip köşeme  Sevgili Nazım’dan bir kaç dize düşürmek istiyorum:

Akrep gibisin kardeşim,

Korkak bir karanlık içindesin.

Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.

Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani, hani şu derya içre olup

Deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

Ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

Kabahat senin,

Demeğe de dilim varmıyor ama 

Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!

Yine; bahar gelir, ovalar yeşillenir, yağmurlar yağar, çiçekler sarar mı etrafı, mavili, yeşilli, morlu bin bir renkli bülbüller şakırdar mı, yarpuzlar dere kenarlarında yine açar mı, arılar; umudun mavisini büyüterek çoğalır mı?

Bunu bilmiyorum ama biliyorum ki, kalan o son ve büyük kırlangıç fırtınası var ve ondan en az yarayla kurtulmak için hala umut var.