Her konuyu olduğu gibi,ilişkiler konusunu da yaşandığı zaman dilimi ve coğrafyaya göre değerlendirmeliyiz. Zamanda geriye gittikçe beklentilerin azlığı ve ilişkilerin mutluluk seviyeleri ters orantılıydı. Teknolojinin ilerlemesiyle bilgiye ulaşımımız kolaylaştı. Bilgi arttıkça, hayattan ve karşımızdakinden beklentilerimiz de bir o kadar arttı. Bu duruma ekonomik yaşamın kişileri farklı konularda zorlamasını da ekleyebiliriz. Beklentiler yükselip, yaşam şartları zorlaştıkça, mutlu ilişkiler azalmaya başladı. Her ne kadar sınıf ayrımı yapmak istemesek de ülkemizdeki farklı sosyo kültürel sınıflara değil, mümkün olduğunca genele bakmak ve konuyu ortak payda üzerinden değerlendirmek durumundayız.

İlişkilerde kendi doğrularımızdan ziyade“bunlar bana mı ait” demeksizin, çeşitli kaynaklardan bize öğretilmiş kavramları kullanmaktayız. Bu kavramları; bir taraftan toplumsal örf, adet, gelenek görenek, içinden geldiğimiz aile kültürü ve din olgusu, diğer taraftan eğitim hayatımız, içinde bulunduğumuz arkadaş ortamları ve maalesef günümüz medyası ve sosyal medya olarak sıralayabiliriz. Tabii ki istendiğinde daha pek çok etkileyici faktör bulabilir ve bu örneklere ekleyebiliriz. Bir komedyenin söylediği gibi orada dışarıda bir yerlerde “elalem” diye birileri var! Toplumsalve dini konuların toplum üzerindeki yadsınamaz yönlendirmelerine onlar karar verir. Unutmayalım ki hepimiz, hayata bakış, kültür ve yaşam tarzı olarak en yakınımızdaki beş kişinin ortalamasıyız.

Eğitim hayatında bir öğrencinin insan ilişkileri ve ikili ilişkiler hakkında fikir edinebilmesi konusunu sizlerin hayal gücüne bırakıyorum. Z kuşağı olarak adlandırdığımız gençlerimizin aileleri genellikle çalışan ebeveynler oldukları için, evlatlarına doğru rol modeller olmak için ne kadar zaman ayırabiliyorlar? Bugün ebeveyn olan orta yaş kuşağını yetiştiren 65 yaş ve üzeri anne ve babalar ellerinden gelenin ya da bildiklerinin en iyisini aktarmaya çalışmakla birlikte, “kendi şartlarında” öğrenebildikleri kadarını aktarabilmişti. Onların rol model alacakları anne ve babaları ise zaten savaştan ve kıtlıktan çıkmış bir neslin çocuklarıydı. Bu noktada iletişim çağında olduğumuzu kabul edersek, medya ve sosyal medyaya çok iş düşüyor.

Televizyonlarımızdaki yabancı dizilerin çoğu başta Amerikan kültürü olmak üzere kendi kültürlerinin güzellemeleriyle dolu. Türk dizilerine baktığımızda, bir dönemimizi mafya dizileri aldı götürdü. Bugünkü dizilerimizde ise herkes holding sahibi, çok lüks konaklarda yaşayan, en pahalı arabalara binen, toplumun gerçeğinden çok uzak, varlıklı hayatlar yaşayan insanlar. Ve bu dizilerde herkes birbirini aldatıyor. Aldatma meşrulaştırılıyor. Aile içinde karı koca birbirine tokat bile atıyor. Bir türlü kimse mutlu değil. Entrikalar, hileler, yalanlar, menfaat ilişkileri, film içinde filmler birbirini kovalıyor. Malum isimdeki en çok izlenilen sabah programlarında ise ya reyting uğruna hayal gücümüzü aşan çarpık ilişkiler ya da devletin kolluk kuvvetlerinin, savcılarının, hakimlerinin yetersizliğini gösterircesine çözülen kriminal davalar. Toplum bunları izlerken önce şaşırıyor, zaman geçtikçe alışıp, normalleştiriyor. Birçok konuya karşı duyarsızlaşıyor. Toplumdaki bu bozulmaları görenlerin bir kısmı kendini korumaya alıyor. Bir kısmı ise tabiri caizse ortama ayak uyduruyor. Bu da bireysel yaşamayı tetikliyor. Bireysel yaşamı seçenler zaman içinde sadece kendini düşünen, bencil ve egoist bireyler haline geliyor. Bu bireyler ister istemez toplumun kalanının yaşamlarını da farklı şekillerde etkilemeye başlıyor. Bireysellikleri ile karşılarına çıkan insanları düşünmeden davranan, vicdan ve merhamet duygularını kısmen ya da tamamen yitirmiş kişiler, arkalarında eski eş, eski sevgili, eski flört olarak manen yaralı, ruhen travmalı bireyler bırakabiliyor.

Peki ya bilinçaltında bunların bize geri dönüşü nasıl oluyor?
Bu durumlar bilinçaltımızda meşrulaştıkça, çevrede çok güzel kadınlar görüyoruz ama dişil değiller. Bir de onlara sözde övmek amaçlı “çok delikanlı kadın”, “erkek gibi kadın” benzeri cümleler kuruluyor. Kadının delikanlısı olmaz. Erkek gibisi olmaz. Kadının “gibisi” olmaz. Kadın, kadın olmalıdır. Kadın hanımefendi olmalıdır. Düşünebiliyor musunuz bir erkeğin “çok hanım bir erkek” ya da “kız gibi erkek” diye sözde övüldüğünü? Nasıl kulaklarımızı tırmaladı değil mi? Peki diğer yandan, her işinde başının çaresine bakmaya alışmış, “alıştırılmış”bir kadından, eril enerjisinin yükselmesinden başka ne bekleyebiliriz ki? Kadının bu yaşama alışmasının da doğurduğu sonuçlar var tabi. Karşısına çıkan erkekle sağlıklı bir ilişki kuramamak gibi. Dediğim dedik, her işini kendi halletmeye alışmış bir kadın düşünün, muhtemelen çevrenizde vardır. Belki de o kadın sizsiniz. Erkek, o kadının yanında artık kendini bir eril, bir kahraman hissedemez ki. Erkek ilişkinin dişil alan tarafını tutarsa, ilişki devam eder. Bu durumdan kadın memnunsa, ilişki bazında sorun yaşanmaz. Bununla birlikte ilişkide başka sorunlar başlar. Daha baskın davranışlara sahip olan eşin davranışları sonucunda, bir anda ya da zaman içinde erkeğin eril enerjisi de aşağı çekilmeye başlar. Erkek ilişkideki gücünü içsel olarak kaybettiğinde, halk arasındaki tabiriyle“iktidarını yitirir”. Erekte ve erken boşalma sorunları başlar. Kişilerin dışında, ilişkinin eril ve dişil dengeleri erkek tarafından sağlanamadığı, kadın tarafından dadengelerin sağlanması mümkün kılınmadığı sürece, cinsel hayatlarındaki bu sorunlar düzelemez. Böyle bir durumda erkek ya durumu kabullenir ve muhafaza eder ya da aldatma yoluna gider. Sonrasında da yolunu ayırır. Hayatına aldığı yeni kadın belki bir öncekinden güzel, kültürlü veya eğitimli de olmayabilir. Ama şunu bilin ki, erkeğe kendisini önceki ilişkisinde hissetmediği “kahramanlık” duygusunu yaşatıyordur. Erkek yeni partnerinin yanında kendini daha erkek hissediyordur. Çünkü erilin buna ihtiyacı vardır.

Bakış açımızı erkeklere çevirdiğimizde, çok yakışıklı erkekler görüyoruz ama içlerinde adam(eril) yok. Almaya alışmış, “alıştırılmış”, dişilleşmiş. “Hesabı ödeyen bir kadın olsa da yemeğe gitsek” diye etrafına bakınan. Eşinin satın alıp getirdiği 5 kiloluk suları, bebeğin sütlerini arabadan eve taşımaktan aciz. Yanındaki kadını koruyup kollayamayan. Kadına her yerde ve her anlamda kendini güvende hissettiremeyen. Yeni tanıştığı kız arkadaşından borç isteyen, birkaç ay önce tanıştığı kız arkadaşından kendisi için kredi çekmesini talep eden, bir kadınla daha çıktığı ilk yemekte garsonun getirdiği hesabın yarısını ödeyen… Eril kadınlarla, dişil erkeklerin her geçen gün arttığına şahit oluyoruz. “Peki bunun ne zararı var?” diyenler varsa, onu da başka bir yazıda tartışalım.

Bu yalnızlaşmış, ceplerinde gezdirdikleri yaralarından ve geçmiş travmalarından henüz kurtulamamış kişiler, hevesle bir araya geliyor. Bir süre sonra hevesleri geçiyor. Yine aradıklarını bulamadıklarını düşünüyorlar. Keşke “ilişkiye girmeden önce aynaya bir baksalar”, belki de görecekler aslında kendilerindeki sorunları. Ve giderip gelecekler yeni başlayacakları ilişkilerine… Tabi bu kadar egoyla dolu bir hayatta, kişinin aynaya bakması ve kendiyle yüzleşebilmesi çok kolay değildir. Bunu da yapamayınca, başka arayışlara girip, yeni insanlarda kaybolabilmek isterler. Fakat peşlerini hiç bırakmaz öz benlikleri. Hem romantik hem de cinsel anlamda sağlıklı ilişkiler yaşayamazlar. Sonuçta “düzgün bir ilişki” yaşamak istediğini söyleyen, bununla birlikte ayna karşısına geçip, “ben olması gerektiği gibi bir adam mıyım” ya da “olması gerektiği gibi bir kadın mıyım” sorusunu kendisine sormayan, her ilişki sonunda yine “mağdur” aynı insanlar olarak yaşamlarına devam ederler. Aradıkları partner ya da eşi bir türlü bulamayan pek çok yalnız erkek ve kadından oluşan bu zincirleme güruh, her geçen gün büyür.

Kadın kimdi? Erkek kimdi? Vasıfları nelerdi? Bir kadına nasıl davranılmalıydı? Bir erkeğe nasıl davranılmalıydı? İlişkiler bir tarafın maddi menfaatleri ya da diğer tarafın salt cinsel ihtiyaçları dışında neden yaşanmalıydı? Beğenmek, hoşlanmak, flört ve ilişki neydi? Aralarında ne fark vardı? Yoksa hepsi bir arada “seni seviyorum” muydu? Maaş birleştirmek için mi evlenilirdi? İki kişinin evlenmesinin başka sebepleri mi vardı? Çocuk neydi, neden yapılırdı, nasıl yetiştirilirdi? Hatırlayan kaç kişi kaldı?

Cinsellik nedir, cinselliğin ilişki içindeki yeri ve önemi nedir, neden ve nasıl yaşanır? Bunları bilmiyoruz. Hem kadınlar hem de erkekler için kolay bulunabilir alternatifler arttıkça, bu soruların cevapları da önemini yitiriyor. Biz artık doğru ya da yeterli olmak durumunda değiliz; “Partnerim bana uymazsa değiştiririm”.
Bu durumdan memnun olanlar için, konu birer tercihten ibaret. Memnun olmayan kesim için aynaya bakma, fabrika ayarlarına dönmek için kendi üzerlerinde çalışma, kadınsı duygularını ve tavırlarını hatırlama, daha dişil bir kadın olmalarını mümkün kılma vakti gelmiştir. Erkeklerin de bir erilin nasıl olması gerektiğini hatırlama, kendi üzerinde çalışıp, daha eril birer erkek olmak için harekete geçme, arkasından “adam” dedirtme zamanıdır. Çözüme, unuttuklarımızı hatırlayıp, bilmediklerimizi öğrenerek, yanlış bildiğimiz doğruları ve doğru sandığımız yanlışları düzelterek başlayabiliriz. Bu yolda yalnız hisseder ya da bir rehbere ihtiyaç duyarsanız, birinden destek almak sizin için kolaylaştırıcı olabilir.

Mustafa Semerci- ICF Onaylı(2007) Yaşam Koçu ve İlişki Danışmanı