Sosyal medyada muhtemelen sizin de önünüze geliyordur, yeni geliştirilen yabancı dil öğrenme teknikleri ya da “en kısa sürede en iyi biz öğretiriz” temalı reklam paylaşımları.

Gerçi artık yapay zeka tabanlı çeviri sistemlerinin de devreye girmesiyle çoğu kişi, özellikle de gençler dil öğrenmek yerine bu uygulamaları kullanmayı tercih ediyor. Zira elimizdeki ‘akıllı telefonlar’ sayesinde her daim yanımızda bir ‘tercüman’ var.

Bu konuda düşünürken, başlıktan da anlamış olacağınız gibi bizim ve bizden önceki neslin dil öğrenme ‘mücadelesi’ geldi aklıma.

Frankofon oluyoruz

II. Mahmut reform hareketlerinin uygulanmasında askeri uzmanlar genel olarak Fransa’dan getirilmekteydi. Kırım Savaşı’ndan sonra, Türk Fransız dostluğunun yeniden kurulması üzerine, Osmanlı subaylarının Fransız askeri heyeti tarafından eğitilmesi tekrar gündeme geldi. Bu çerçevede XVIII. Yüzyılda kurulan Mühendishane-i Berri-i Humayun’da Fransızca öğretilmesi için Fransa’dan kitaplar getirtildi. 1821 Yunan İsyanı’ndan sonra Tercüme Odası kuruldu. Yurt dışına öğrenci gönderilmeye başlandı. Özellikle Tanzimat’tan sonra okulların programına yabancı dil olarak Fransızca dersleri konuldu. 1868’de öğrenimini Fransızca yapan Mekteb-i Sultanî (Galata Saray Lisesi) kuruldu. 1869’da eğitim sisteminde yeni düzenlemeleri içeren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (Tüzük) ile devlet okullarında yabancı dil olarak Arapça, Farsça ve Fransızcanın öğretilmesi kararlaştırıldı. İdadi okullarında (Lise) sadece Fransızca vardı. Sonuçta anılan nizamname ile Fransızca en yaygın dil olarak benimsendi, yabancı dil Fransızcayla eş anlamlı hale geldi. Okullarda yabancı dil olarak Fransızca konulması, Osmanlı Tanzimatından miras kalmıştı.

Bunun içindir ki bizim çocukluğumuzda Fransızcadan başka yabancı dil yoktu. Nesil olarak Frankofon olduk!

Ders boş geçmesin diye

Ortaokul 1. ve 3. sınıflarda ders boş geçmesin diye ilk yıl avukat Saim Sonbay, Fransızca dersimize geldi. Bana sorduğu bir soruyu bilememiştim. Kravatımı düzeltip, “Ne güzel de kravatın var. Kravatla aynı model mendil de pek yakışmış, ama sorduğum soruya cevap veremedin, olmadı” demişti.

Ortaokul son sınıfta Fransızca dersimize gelen Abdurrahman Bey, boylu poslu, yakışıklı, güçlü kuvvetli biriydi. Daha ilk derste, soru soran bir arkadaşımızı öyle bir azarladı ki, ürktük, bir yıl boyunca da bir daha soru soran olmadı. Bize yıl boyu; ‘Bu’ demeyi (Ce, cet, cette, ces) öğretti. Bu kadar Fransızcamızla liseye geldik.

Hopa Ortaokulu’ndan gelenler olarak ‘Papa’ ile ‘Baba’yı karıştıranların yanında şanslı sayılırdık.

Bir tek Lise 2. sınıfta gerçek bir Fransızca öğretmenimiz oldu. Şayet üç yıl Fransızca dersimize Leyla Güngör hoca gelseydi, hepimizin durumu çok farklı olabilirdi.

Kebap ye ‘Fransızlamadan’ geç

Leyla Güngör, idealist bir öğretmendi. Ben sınıf mümessiliydim. İlk isteği, derse gelişinde yoklama yapılması oldu. Öğrencilerin numaralarını Fransızca okuyacaktım, numarası okunan sınıftaysa ‘Présent’ (burada) diyecekti, sınıfta olmayanın ise sıra arkadaşı ‘Il /Elle est absent(e)’ (burada değil) diyecekti. İkinci isteği ‘sınıfta Türkçe konuşulmayacak’, üçüncüsü‘okuma parçaları ezberlenecekti’.  Bunları sıraladığı gün tam sınıftan çıkarken arka sıralardan bir arkadaşımız, “Yandı gülüm keten helva” dedi. Demesiyle de aksi kutup yüklü bulutların çarpışması sonucu çıkan gök gürültüsünü andıran bir uğultu oldu. Hoca hanım geri döndü, “Mümessil ne oluyor?” diye sordu. “Bir şey yok hocam” deyince, başını sallaya sallaya gitti.

Leyla Hocamızın bu anlık tepkisi ve Fransızca dersinin zorluğu, ağızdan ağıza yayılmış, lise girişindeki kestane kebap satıcısına da çoktan slogan olmuştu. Zorlu derse gönderme yapan satıcı hem Leyla Hocayı her gördüğünde hem de bizler okula geldiğimizde, “Kebap ye ağabey Fransızlamadan geç” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bir gün ders çıkışı Leyla Hanım beni çağırdı ve kebapçının neden öyle bağırdığını sordu. “Hocam istekleriniz herkesi ürküttü. Kebapçıya da sirayet edip, ona slogan oldu. O da reklamını yapıyor” deyince ilk kez gülmüştü.

Doğru ama farklı yüzyıla ait

Harp Okulu ve yüzbaşılığımda gittiğim Silahlı Kuvvetler Dil Okulu’ndaki Fransızca öğretmen albaylarımız çok gayretli ve özverili insanlardı. Ancak önemli bir eksikleri vardı; yerinde eğitim almadıklarından konuşma yetenekleri yetersizdi, sokak dilini bilmiyorlardı. Ellerindeki programa sıkı sıkıya bağlıydılar, gramere ağırlık veriyorlardı. Bu yüzden lisede öğrencilerin basit tümcelerle konuşma yeteneklerini geliştirmeleri; yükseköğretim kurumlarında da yabancı dilde konuşabilmeleri, konuşulanları anlayabilmeleri, bilimsel yayınları takip edebilmeleri hedefini tutturamıyorlardı.

Burada, benzer durumları yaşamış olan, bir önceki nesilden bir örnek vermek isterim.

Dayım, Merkez Bankası’nda kambiyo şefi iken, sonradan MB Başkanı olacak Osman Şıklar ile Belçika’ya kursa gönderilmişti. Türkiye’ye dönmelerine yakın hatıra hediyelik almak isteyen dayım gözüne kestirdiği bir mağazaya girmiş.

“Hanımefendi” hitabıyla başladığı, özne, yüklem ve diğer tüm öğeleri yerinde olan ve en zarif şekilde ifade ettiği cümlesini tamamlayınca, dükkan sahibi kadın yüksek sesle gülmeye başlamış.

“Affedersiniz hanımefendi, neden güldünüz?”

“Mösyö, siz hangi millettensiniz”

“Türküm, hatalı bir cümle mi kurdum?”

“Hayır, çok düzgün bir cümle kurdunuz ancak bunu  sadece 16. Lui zamanının romanlarında okuyabilirsiniz.”

Je suis un diplomate Turc

Trabzon’da görev yaptığım 80’li yıllarda benim de hazır bulunduğum bir yemekte, davetin onuruna verildiği konuk komutanın kentte görev yaparken tanışıp, çok sevdiği iş insanı Nazım Ofluoğlu da masadaydı. Sohbet ilerlerken konuk komutan, “Nazım üniversiteyi okurken, Fransızca öğretmenini nasıl bulmuştun anlatsana” dedi.

“Ayıp olur paşam” diyen Ofluoğlu, “Olmaz olmaz bunlar senin çocukların” sözü üzerine anlattı:

“Beyoğlu’nda bir ev tutmuştum. Karşı aparmanda annesi ile yaşayan, dünyalar güzeli bir Yahudi kız vardı. Bir süre sonra bakışmaya başladık. Birbirimizden hoşlanmıştık. Artık selamlaşmaya, gülümsemeye de başlamıştık. Buluşmayı çok istiyordum ancak annesinin dışarı yalnız çıkarmadığını fark etmiştim. Pencereden arkadaşlarıyla Fransızca konuştuğunu duydum. Sanki konuşmuyor, şarkı söylüyordu. Cesaretimi topladığım bir gün kapılarını çaldım. Annesine, kızından -ücreti karşılığında- Fransızca dersi almak istediğimi söyledim. Kabul etti. Annesinin nezaretinde derslere başladık. Tabii İstanbul kadını, annesi birbirimize bakışlarımızdan durumu anladı. Bir müddet sonra da bana, ‘Bak Laz oğlu, sen önce git Türkçeyi öğren, ondan sonra Fransızca öğrenirsin, haydi” diyerek, beni kovaladı.

Kısa zaman da sürmüş olsa o güzel kızdan öğrendiğim Fransızca işime de yaradı. Örneğin İtalya’da tren yolculuğum sırasında kondüktör; “Burası diplomatların kompartımanı” deyince, cebimden askeri bir tesise giriş kartını çıkarıp, “Je suis un diplomate Turc” (Ben bir Türk diplomatım) dedim kaşlarımı çatarak. Kondüktör selam verip çıktı.”

Konuk komutan, “Fransızca sayesinde arkadaş da edindin, diplomat da oldun desene” deyip kahkaha attı.

Başta da belirttiğim gibi her ne kadar yapay zekadan akıllı telefonlara kadar birçok yardımcı unsur anında çeviri konusunda işimizi kolaylaştırsa da yabancı dil öğrenmenin sağladığı derinlemesine anlama ve kültürel bağ kurma fırsatı, dil öğrenmeyi önemli kılmaya devam edecektir.