‘Başöğretmen’ konumunda olan anne-baba, yönetici, öğretmen olarak hepimizin; çocuklarımızın, öğrencilerimizin, çalışanlarımızın ruh sağlığı, başarıları ve onları sistemde tutabilmek için isabetli ve dengeli kullanmamız gereken ceza ve ödül üzerinde durmak istiyorum. Burada altını çizmek istediğim husus, bu konuları içeren kitaplar yazmış, söyleşilerde bulunmuş, 43 yıl aktif hizmet hayatında tecrübe etmiş ve meslek yaşamında hiç ceza almamış, hiç ceza da vermemiş biri olarak konuyu ele alıyor olmamdır.

İnsanları yönlendiren en önemli unsurların başında gelen motifler; ummak ve korkmaktır. Eskilerin recâ (ümit) ve havf (korku) dedikleri iki kavram, kuşun iki kanadı gibi dengeli olmalıdır. Bu iki sözcük birbirinin zıddı değil, tamamlayıcısıdır. İnsanı gayrete getirecek ve ilerlemesini sağlayacak şey ümittir. Aşırı korku insan üzerinde olumsuz etki yaratır, ümitsizliğe sevk eder. Aşırı ümit ise rehavete sürükler. Kişileri halinden memnun, geleceğinden emin hale getirmeliyiz. Aksi takdirde çocuklarımızı aile içinde, çalışanlarımızı iş yerinde tutamayız; en önemlisi de beyin göçünü önleyemeyiz.

Türk dünyası efsanelerinde toplumsal yapıyı ve düzeni korumak amacıyla; müsriflik, hırsızlık, kibirlilik, sahtekârlık, kıskançlık, sadakatsizlik gibi davranışlar cezalandırma  (taş kesilme, hayvana dönüştürme motifi) ile sonuçlanırken, toplum tarafından kabul gören tavır ve davranışlarda bulunanların ödüllendirildiği görülmektedir.

Temeli disiplin olan askerlikte ‘ceza ve mükâfat’ özel kanun ve yönetmeliklerinde yer alan yükümlülüklerden doğan hassasiyete sahiptir.

1967 yılında, Harp Okulu’ndan mezun olacağımız dönemde, Alay Komutanımız bizi toplayıp bir konuşma yapmıştı:

“Yakında mezun olacaksınız. Bir yıllık atış okullarındaki eğitimi de tamamladıktan sonra çekeceğiniz kuraya göre yurdun dört bir yanındaki kıtalara dağılacaksınız.  İşte o zaman, her biriniz komutansınız.”

Alay komutanımızın ‘komutansınız’ demesinin amacı, 20 Mayıs 1963’te darbe girişiminde bulunan Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir’in kurbanları 1963, 1964 devresi 1459 Harbiyeli okuldan atıldı. Daha sonra bu öğrenciler, kontenjan açılarak üniversitelere yerleştirilmiş topluma kazandırılmıştı. Onların kıtalarda yarattığı boşluğu dolduran 1965-1967 devreleri, doğrudan bölük/batarya komutanı oldu.

Alay komutanımız konuşmasının devamında şunları söyledi: “Disiplinin muhafazası, hizmete ilişkin hususlarda gelişmeyi teşvik ve temin için, ‘Mükâfat ve ceza’ tedbirlerine müracaat edeceksiniz. Personelinizin yaşamını ortaya koyarak, büyük yararlılık göstermesi, emsallerine nazaran üstün başarı elde etmesi durumunda ödül, disiplini bozan fiil ve hareketlerden dolayı da ceza mekanizmasını işleteceksiniz. Yasaların size verdiği bu yetkileri kullanırken;

Astlarınızın ahlaki, ruhi ve bedeni hallerini daima nezaret ve himaye altında bulundurun. Onlara karşı bitaraflık ve hakkaniyeti muhafaza etmek zorunda olduğunuzu unutmayın.

Özellikle ceza vermeden önce olayı iyi tahkik edin, hemen karar vermeyin. “Mutluyken söz verme, kızgınken cevap verme, üzgünken karar verme” öğretisine riayet edin.

Laboratuvarda ilaç yapan eczacının, ilacı oluşturan kimyevi maddeleri hassas terazide tartarken göstermek zorunda olduğu itinayı düşünün. Aksi takdirde ilaç, beklenen iyileştirmeyi sağlamayacağı gibi zarar verir.

Şimdi anlatacağım hikâyeyi de unutmamanızı istiyorum:

Hindistan’da Raca Beyi, yılda bir gün kadınlarla geleneksel toplantı yapmaktadır. Toplantıya gitmekte olan kadın, küçük çocuğunu kocasına bırakır. Bir müddet sonra Raca Beyi, söz konusu kadının eşini de çağırır. Evin beyi, çocuğu seleye yatırır, evlerinde besledikleri gelinciği de çocuğun yanına oturtur. Gelinciği okşayarak, ‘çocuk sana emanet’ diyerek gider. İşi bitince eve dönen bey, bir de ne görsün! Gelincik her tarafı kan revan içinde, kapının eşiğinde duruyor. Bu manzara karşısında beynine kan hücum eden bey ‘Ben sana çocuğu emanet ettim, sen onu parçaladın’ diyerek, duvarda asılı duran baltayı aldığı gibi gelinciği bir hamlede ikiye ayırır. Ardından eve giren adam gördüklerine inanamaz. Kocaman bir kobra yılanı, paramparça bir durumda seledeki çocuğun şaşkın bakışları altında cansız duruyor. Kendisine emanet edilen çocuğu, canını ortaya koyarak koruyan gelincik, sahibinin geldiğini duyunca ödüllendirilmesi için sabırsızlıkla dışarı çıkıp onu karşılar. Ancak sahibi, işin aslını öğrenmeden gelinciğe ödül vereceği yerde ona canıyla ödettiği cezaya çarptırmıştır

Bu hikâyenin size vermek istediği mesajı aklınızdan çıkarmayın.

                                                                       *

Ceza ve ödüllendirme prensiplerini ve temel ilkeleri, amir-lider konumundakiler daima göz önünde bulundurmalıdır. Ceza ve ödül:

Adil olmalı

İstenen davranışları teşvik, istenmeyenleri engellemek için etkili olmalı

Suça veya başarıya uygun olmalı

Ceza istenmeyen davranışlardan kaçınmaya, ödül ise istenen davranışlara teşvik etmeli

Gecikmenin her ikisinin de etkinliğini azaltacağı unutulmamalı

‘Para cezasına yalnızca mahkemeler tarafından hükmedileceği’ genel prensibi dikkate alınmalıdır. Çünkü para cezası suçu olmayan aile fertlerine de yansımaktadır.

Montaigne’nin, “Ceza çocuklara verilen bir ilaç sayılmalı, öyle verilmelidir” özdeyişi akıllarda tutulmalıdır

Örnek olsun diye verilen cezada ferdin zararına toplumun karına adaletsizlik vardır öğretisi de dikkate alınmalıdır.

                                                                       *

Meslek yaşamımda hiç ceza vermediğimi belirtmiştim. Aslında en etkili ‘cezayı’ verdim. Neydi bu? Elini sıkmamak, birkaç gün sohbet etmemek… Böylesi ‘cezalarımın’ göz hapsi, oda hapsi gibi cezalardan daha etkili olduğunu gördüm. Savunma almak bile etkin bir cezadır.

İlk göz ağrım Uzunköprü’de tabur komutanımın bana karşı tutumu ise bende hiçbir cezanın veremeyeceği etkiyi uyandırmıştı. Bir cumartesi (O dönemde öğlene kadar mesai vardı) uzun zamandır görüşemediğim yakınlarımı görmek için İstanbul’a gittim. Ertesi gün Uzunköprü’ye dönmek üzere gece trenine bindim. 4 kişilik kuşetli kompartımanda Uzunköprü Lisesi’nin iki öğrencisi, bir Almanca öğretmeni vardı. Onların da benim gibi izinsiz gittiklerini konuşmalarından anladım. Sohbet sırasında öğretmen, “Yarın ilk saat dersim var. Müdürümüzün de affı yok. Ben uyumayacağım, müsterih olun teğmenim, siz rahatınıza bakın” dedi. İçimden, “Benim de öyle bir tabur komutanım var ki resmiyetle-hususiyetin ayırt edilmesinde, zaman mefhumuna riayette asla taviz vermez, cezayı yapıştırır” diye söyledim. ‘Hiç ceza almayacağım andı daha teğmenliğimde bozulmuş olur’ diye de aklımdan geçirdim. Önceki seyahatimde kondüktörün yolcuları uyandırmadığına tanık olduğumu ifade ederek onları uyardım. “Bize güvenin teğmenim dediler”. Günün yorgunluğuyla bir süre sonra uyumuşum. Gözümü açtığımda güneşlikten ışık sızıyordu. Oysa tren Uzunköprü istasyonuna gün ağarmadan, karanlıkta geliyordu. Güneşliği kaldırdım, istasyon adını okuduğumda irkildim ve üst kuşetten fırladığım gibi, “Kalkın! Hani uyumayacaktınız? Pityon (Pythion) İstasyonundayız” dedim. Almanca öğretmeni, “Eyvah” diyerek koridora fırladı. Koridorun diğer ucunda kondüktör sallana sallana geliyordu. “Hani bizi uyandıracaktın” haykırışına, “Merak etmeyin beyler ben şimdi sizi Edirne’den gelen trene aktarırım” deyip, dışarıdaki Yunanlı görevli ile konuştu. O dönemde Sirkeci’den kalkan tren Uzunköprü Meriç Köprüsü’nden Yunan topraklarından geçip, Edirne’ye gidiyordu.

Uzunköprü’ye geldiğimizde mesai çoktan başlamıştı. Taksi tutup kışlaya gittiğimde nizamiyede tabur komutanıyla karşılaştım. “Neden geldin, doktor gönderdim, seni uyandıramamış, git hemen istirahat et” dedi. “Komutanım” dedim, cümlemi kesti. Gerçeği söyleyecektim, mani oldu. “Hemen git” deyip şoförüne emir verdi. Beni eve gönderdi.

Aradan 8 ay geçti, tabur komutanı başka bir göreve atandı. Veda yemeğinde bana, “Sen Pityon İstasyonu’ndan mı yoksa Dimetoka’dan mı dönmüştün?” diye sordu. Donup kalmıştım. Sanıyorum hiçbir ceza bana bu kadar etki yapamazdı. Tabur komutanımın bu davranışı yaşamım boyunca bana rehber oldu.

                                                                       *

Para ödülünün sınırları Ödül Yönetmeliği’nde belirtilmiştir. Birkaç satırlık takdirnamenin bazen para ödülünden bile değerli olduğuna tanık olmuşuzdur. Alay, tugay ve tümen komutanlıklarım sırasında üstün gayretli ve dereceye giren erbaş ve erlerimin anne ve babalarına, “Oğlunuz örnek tutum ve davranışları ve eğitimde gösterdiği üstün başarılarından dolayı ödüle layık görülmüştür. Onu yetiştiren anne baba olarak sizleri gönülden tebrik ederim. Oğlunuzla övünebilir, gurur duyabilirsiniz” tarzında imzalayıp gönderdiğim mektupların, çerçeveletilip evlerinin duvarına asıldığına, onların şahsında diğerlerine de gayret geldiğine tanık oldum.

Ben de emekli olduktan sonra eşim ve çocuklarıma ‘Size bırakabildiğim en büyük miras’ adlı bir dosya hazırlayıp verdim. Meslek yaşamım süresince bana verdikleri destek, gösterdikleri anlayış için teşekkür ettiğim bir yazıyla başlayan dosyaya aldığım madalya ve şilt beratları, ödül ile takdirnameleri koydum.  

Nasıl ki -gerektiğinde- konuşmadan önce dilinizi ısırıyorsanız, ceza ve ödül verirken vicdanınıza danışmayı ihmal etmeyin. Özellikle ceza verirken eliniz titresin. Yusuf Has Hacip’in (Kutadgu Bilig), “Askeri översen eli ile aslan tutar, atı okşarsan koşar uçan kuşa yetişir” sözü de rehberiniz olsun.

Sağlıkla kalın…