Gece yarısıydı. Gürkan uyuyamamıştı. Dönüp duruyor, bir türlü zihnindeki kalabalığı susturamıyordu. Tam o sırada telefonu titredi. Ekranda tek bir isim: Ayşegül. Aylar önce biten bir ilişki, kapanmamış bir dosya ve şimdi gelen “Nasılsın?” mesajı. Parmağı düşünceden önce hareket etti. "İyiyim, sen?" diye yazdı. Gönder'e bastı. Ve işte, bir yangın daha başlamıştı.
Böyle anlar tanıdık gelir. Herkesin geçmişinde, bir anda söylenen bir söz, aniden açılan bir kapı ya da kendini içinde bulduğu bir mesajlaşma vardır. O anlar, çoğu zaman "keşke"lerle biter ama başlangıcında hep aynı şey vardır: dürtü.
Dürtüsellik, insan olmanın en doğal parçalarından biri aslında. Ancak ilişkiler söz konusu olduğunda, bu doğallık bazen çok fazla sarsar. O an hissettiğin duyguyu bir an önce ifade etmek istersin, kırıldığında susturamazsın kendini, ilgi beklediğinde hemen bir yerden o ilgiyi çekip almak istersin. Çünkü içindeki boşluk sabırlı değildir.
Bir ilişkide dürtüsel davranmak, aslında o ilişkinin kırılgan yerlerine dokunmak gibidir. Anlık bir mesajla başlayan bir yakınlık, uzun süreli bir kafa karışıklığına dönüşebilir. Anlık bir öfkeyle sarf edilen sözler, uzun süren bir yabancılaşmanın ilk adımı olabilir. Ve en kötüsü de şu: dürtüyle yapılan çoğu şey, sonrasında pişmanlıkla hatırlanır.
Çünkü dürtüsellik bize “şimdi”yi fısıldar. Oysa ilişkiler “şimdi”yle değil, “devam”la var olur.
Bazen insan, gerçekten neye ihtiyacı olduğunu bile fark etmeden bir şeylere sarılır. İlgi eksikliğini aşkla karıştırır. Sadece görülmek isterken, bir ilişkiye başlar. Ya da bir tartışmanın ortasında, sadece anlaşılmak isterken, karşısındakini yaralayan cümleler kurar. Çünkü o an susturamadığı bir şey vardır içinde. Ve o şeyin adı çoğu zaman dürtüdür.
Ama bu bizi kötü yapmaz. Sadece insan yapar.
İnsanız, yaralıyız, geçmişimiz var. Kimimiz çocukken fazla susmuşuzdur, kimimiz çok bağırmışız ama duyulmamışızdır. Kimimiz her duygumuzu yutmuşuz, kimimiz taşırmışız... Bu yüzden bazen bir mesajla başlatırız yangını. Sırf içimiz ısınsın diye.
Peki, çözüm ne?
İlk adım: fark etmek.
O anda tepki vermek yerine bir adım geri çekilip kendine şunu sormak mesela: "Bu duygunun asıl kaynağı ne? Gerçekten bu kişiye mi tepki veriyorum, yoksa geçmişte birine mi?"
İkinci adım: durmak.
Tepki vermeden önce, mesaj atmadan önce, terk etmeden ya da sarılmadan önce bir iki dakika bile olsa durmak. Çünkü bazen en sağlıklı seçimler, o birkaç dakikalık suskunluğun içinde belirir.
Ve üçüncü adım: bağ kurmak ama önce kendinle.
Çünkü kişi kendi ihtiyaçlarını tanımadan, başka biriyle gerçek bir ilişki kuramaz. Sadece o ilişkiye tutunur. Ve tutunmakla bağ kurmak aynı şey değildir. Bağ, farkındalıkla kurulur. Tutunmak ise korkuyla.
İlişkiler, bir bakıma iki geçmişin bugünde buluştuğu sahnelerdir. Herkes çocukluğundan, ergenliğinden, ilk aşkından, ilk yarasından bir şeyler taşır getirir. Bazen bu yüklerle değil de dürtülerle hareket ederiz. Kimi zaman hızlı bağlanırız, kimi zaman ani koparız. Ama bu hız, bizi hep eksik bırakır. Çünkü duygular zamanla derinleşir, dürtülerse hızla kaybolur.
İlişkilerde dürtüselliği tanımak, onu suçlamaktan daha değerlidir. O bizim zayıf yanımız değil, görünmeyen ihtiyaçlarımızın işaretidir. Dinlemeyi öğrenirsek, bizi büyütebilir de. Ve belki de her şey, o gece gelen bir mesajı görüp yazmadan önce derin bir nefes almakla başlar.