Her doğal afet ve depremin bürokrat ve bürokratik sorunu vardır.
Ama her deprem sonrası; tahrikler ve bilgiçlik taslayanlar, siyasi çıkar umanlar, bilmediğini bilmeyen hatta bilmediğinin farkında olmayanlar, en önemlisi kara, gri bilgilerle ortalık karıştıranlar da kendini gösterir.
Ve yine her deprem sonrası; tüm bu olasılıklara karşı hazırlıklı olmayan yetkili organların; örgütlülük ve bilgi eksikliği, hazırlıksızlığı var olan sıkıntıyı daha da büyütür, tüm ülke coğrafyasını etkisi altına almasına neden olur.
Bir de böyle durumlarda; sadece yönetimler değil, toplumda halkın büyük bir çoğunluğunun gelenekçi yapısı, kader bu, takdiri ilahi inancına da afetlerin ilk günlerinde olumluluk adına tutunulan bir atmosfer de oluşur.
Fakat zaman ilerleyip, har ateş kora dönüp, kor küle evrilince bu hal değişir. Ortada kalan sadece yüze tokat gibi inen çıplak gerçeklerdir.
Ve yine her seferinde olduğu gibi, bir daha böyle bir acı yaşamayalım denir. Ama yine yaşanır. Zira utancın belleği zayıftır.
Üstelik sorumlular da, hani Marguez’in “Şer Günü” romanındaki, Yargıç ile Berber diyaloğunda geçen:
Yargıç, "Dünyada pazartesi diye bir şey olmamalıydı" dedi.
Berber, Yargıç’ın saçını kesmeye başladı.
"Kabahat pazarlarda," dedi. "Pazarlar olmasaydı, pazartesiler de olmazdı." dediği gibi, hep başka mecralarda aranır..
Öyle ya kusur ya öncekilerdedir ya da depremde. Deprem ülkesi olmamıza rağmen; dere yataklarına yapılan evlerde, doldurulan göllerde, ovalar üzerine kurulan beton yığınlarında, denetimsiz yapılarda değildir. Deprem olmasa canım betonlarda yıkılmaz. Üstelik afet büyük efendim.
Evet, yine bir deprem yine aynı tepki ve senaryolar, yine önlenebilirdiler, TV’ler de uzmanlar….
Ve daha acısı siyasi erkin sorunlara; trajikomik, bilimden uzak, kültürden nasipsiz tepkileri.
Yine olan onbinlerce cana, geride kalanlara oldu.
Bir tarafımız insan enkazlarıyla, bir tarafımız arka tarafta terkedilmiş insan harabesiyle dolu.
Her bir yanımız sarılmış acımasız bir örümcek ağıyla. Öyle ki, bu ağ içinde yaşam; sağ kalma ihtimalinin verdiği fırsatları değerlendirebilme şansından başka bir şey de değil bu coğrafyada.
Ve yine hep adaletten bahsederiz. Olmalı ve yerini bulmalı diye…
Hani şu; ayağını sürükleye sürükleye yürüse de, sonunda varacağı yere varan adalet.
İyi de, bir hukuk kalmadı ki ülkede, sürükleyeceği bir ayağı olsun da adaleti korusun.
Hani hep böyle olmuyor mu?
Bir şeyler olmuştur, bilirsin ki, pek çok kişi işe bulaşmıştır. Ama yine de suç; hep tek kişi, tek bir yer üstünde kalmıştır.
Hatta öyledir ki, bu canına yandığımın yerinde, herkes herkesin ne yaptığını bilir, ama gerçek sorumlular arandı mı hangi cehennemde olduğunu birden kimse bilmez olur.
Nihayetinde; kibrinin kölesi olmuş, hangi yöne gideceği belli olmaksızın eserek her şeyi hor gören, tatlı dürtüler bataklığında yuvarlanan, çevremizi çepeçevre saran kötülüğün acımasız gücü karşında bir yaprak fırtınasına dönüştü hayatımız.
Günlerdir bir bölge, on ilde; artık sonuna geldik. Yapılacak tek iş, kar ve soğuk içinde donan bir mezara uzanıp ölümü beklemek, diyen insanlarla birlikte, yağmurlarda uyuyan badem ağaçları gibi, bu unutulmaz 6 Şubat şafağından hepimiz bir terk edilmişlik duygusuna kapılmadık mı?
Bolu, Gölcük, 17 Ağustos, Van’dan sonra yine, 6 Şubat’ta utancın zayıf belleğine yenilmedik mi?
Doğa üstelik geleceğini göstererek sadece salladı. Tedbirsizlik ve önlenemez betonculukla, enkazı biz yaratmadık mı?
Çünkü unuttuk.
Çünkü utancın belleği zayıf.
İnsan enkazı ve sözde yaşayan insanların harabeye dönmüş olmasından daha korkunç ne olabilir ki bu hayatta?
Koyup elimizi vicdanımıza, ülkede ahlakın yara almış yerlerine pansuman yapılıp yapılmadığını sormak için tam zamanı.
Zira çokta uzak olmayan bir İstanbul gerçeği kapımızdayken, belleği diri tutmazsak korkarım yine unutulacak.