Ankara’nın kuru ayazında, eski bir dostluk hikayesi Ankara Kalesi’nden başlayıp Ulus sokaklarına, oradan da Kızılay’a kadar uzanırdı. Deniz, çocukluk arkadaşı Ebru’yu yıllar sonra görmek için sabahın erken saatlerinde kaleye çıkmıştı.
Kale burçlarında, şehrin sabah sisi altında uyanışını izlerken, Ebru sırtında eski bir sırt çantasıyla yaklaştı. Yıllar geçmişti ama birbirlerini hemen tanımışlardı.
"Deniz!" dedi Ebru, gülümseyerek. "Buraya en son lise gezisinde çıkmıştık, hatırlıyor musun?"
Deniz başını salladı. "Hatırlamaz mıyım? O zamanlar dünyanın en büyük yeri burası gibi gelirdi."
Kale etrafında kısa bir tur attıktan sonra, eski sokaklardan aşağı inip Ulus’a vardılar. Çarşıdaki esnafın sabah telaşı, taş kaldırımlarda yankılanan ayak seslerine karışıyordu. Bir kahvehaneye oturup çay söylediler. Çocukluk anılarından, eski mahallelerinden ve hayatın onları nasıl uzaklara savurduğundan bahsettiler.
Son durakları Kızılay’dı. Kalabalığın içinde yürürken, Ebru bir an durup Deniz’e döndü.
"Bu şehrin en sevdiğim yanı ne biliyor musun?" dedi.
"Neymiş?" diye sordu Deniz.
"Her köşesinde bir anımız var. Şimdi de yeni bir anı ekledik."
Deniz gülümsedi. "Haklısın. Burası bizim şehrimiz. Ne kadar değişirse değişsin, hep evimiz olacak."
O gün, Ankara’nın soğuğu bile içlerini ısıtan bu dostluk anısıyla yerini bir sıcaklığa bıraktı. Ve ikisi de bir kez daha anladı: Ankara’nın sokaklarında yürümek, geçmişle bugün arasında bir köprü kurmaktı.